top of page

KURUCU METİN

Bu metin, yalnızca bir tarih anlatısı değil; bir çağrıdır.

KURUCU METİN

Tabiiyyat Geleneği: Kadim Bir İlim, Yeni Bir Yöneliş

Bu metin, Tabiiyyat Akademi’nin kurucu düşüncesinin en derin katmanlarını anlatır.
Sadece bir eğitim yaklaşımının değil, bir dünya görüşünün; sadece bir atölye modelinin değil, bir bilgi mirasının hikâyesidir.
Tabiiyyat ilminin klasik köklerinden, İslam medeniyetindeki gelişimine; Endülüs’ten modern bilimsel disiplinlere uzanan yolculuğunu bütüncül bir perspektifle sunar.

Bu yazıyı okuyarak, sadece tarihten değil; kendi çağımıza ve geleceğin eğitimine dair derin bir bakış açısı da kazanacaksınız.
Çünkü Tabiiyyat Akademi’nin temeli, “ne yaptığımız”dan önce “neyin mirasçısı olduğumuz” sorusuyla başlar.

Tabiiyyat İlmi: Tarihi, Tanımı, İşlevi ve Gelişimi

Tabiiyyat İlminin Tanımı ve İşlevi

Tabiiyyat ilmi, klasik dönemde doğa bilimleri için kullanılan genel bir terim olup duyularla algılanabilen organik ve inorganik varlıklar alanındaki her türlü oluş ve bozuluşu (kevîn ve fesâd), hareket ve sükûn gibi değişim hâllerini ve bunların ilkelerini gözlem yoluyla inceleyen disiplinleri ifade eder. Başka bir deyişle tabiiyyat, fizikî evrenin incelenmesi anlamına gelen philosophia naturalis (natural philosophy) kavramına karşılık gelir ve doğaüstü etkenleri dışlayarak doğayı anlama çabasını tanımlar.

Klasik literatürde tabiiyyat, felsefenin bir dalı olarak tüm doğa olaylarını anlamayı ve açıklamayı amaçlar. Temel işlevi, evrendeki maddî varlıkların yapıtaşlarını, hareket yasalarını ve neden-sonuç ilişkilerini ortaya koymaktır. Bu ilim sayesinde antik ve ortaçağ düşünürleri, kâinata dair genel prensipleri kavramaya çalışmış, gözlem ve akıl yürütmeyle tabiatın işleyişini açıklayan teoriler geliştirmişlerdir. İbn Sînâ gibi filozoflar, tabiiyyat ilmini metafizik (ilahiyat) araştırmalara zemin hazırlayan temel bilgi alanı olarak görmüşler; doğayı anlamanın, varlığın hakikatine ve dolayısıyla yaratıcıya dair daha derin bir kavrayış sağlayacağına inanmışlardır. Tabiiyyat ilmi aynı zamanda pratik açıdan tıp, eczacılık, ziraat, mühendislik gibi uygulamalı sahalara teori altyapısı sunarak insanın doğaya hükmetme ve ondan yararlanma çabalarına bilimsel temel oluşturmuştur. Bu yönüyle tabiiyyat, hem nazari (teorik) hem de faydacı (pragmatik) bir işleve sahip olup asırlar boyu bilgilerin sistemleştirilmesi ve ilerlemesinde kritik rol oynamıştır.

Tarihî Kökenler: İlk Doğa Filozoflarından İslâm’a

Tabiiyyat ilminin kökenleri, Antikçağ’ın ilk doğa filozoflarına (Presokratiklere) kadar uzanır. MÖ 6. yüzyılda İyonyalı filozoflar (Thales, Anaksimandros, Anaksimenes vb.), evrenin kökenini ve işleyişini mitolojik açıklamalar yerine doğal prensiplerle izah etmeye girişen ilk düşünürler olarak kabul edilir. Onlar “tabiatçılar” olarak anılmış ve su, hava, ateş gibi doğal ögeleri evrendeki tüm değişimlerin temeline yerleştirerek metafizik bir açıklama sistemi kurmaya çalışmışlardır. Bu dönemde Hipokrat gibi hekimler de hastalıkları doğaüstü sebepler yerine doğal nedenlerle açıklayarak tıp ilmini doğa biliminin bir parçası hâline getirmiştir.

Antik Yunan filozoflarından Aristoteles, tabiiyyat alanını sistematik olarak ele alan en önemli isimdir. Aristoteles’in Fizik, Gökler Üzerine, Oluş ve Bozuluş Üzerine, Meteoroloji, Hayvanların Tarihi ve Ruh Üzerine gibi eserleri, doğa felsefesinin kurucu metinleri sayılır. Bu eserlerde Aristoteles, evrendeki maddelerin dört elementten (toprak, su, hava, ateş) oluştuğunu, cisimlerin doğal hareket ve zorunlu hareket prensiplerine tâbi olduğunu ileri sürmüş; ayrıca canlılar dünyasını inceleyerek ilk kapsamlı biyoloji ve zooloji gözlemlerini aktarmıştır. Onun eserleri sonraki çağlarda tabiiyyat ilminin temelini oluşturmuş ve İslam düşünürlerince de büyük bir otorite olarak kabul edilmiştir. Aristoteles sonrası Batlamyus (Klaudyos Ptolemaios) astronomi ve coğrafya sahalarında, Galenus ise tıp alanında doğal bilimler mirasına önemli katkılar yapmış; bu birikim Roma ve Helenistik dönemde de geliştirilerek korunmuştur.

M.S. 5.-6. yüzyıllarda Antik mirasın önemli bir kısmı Süryanice ve Yunanca kaynaklar aracılığıyla Doğu’da korunurken, 8. yüzyıldan itibaren Abbâsîler döneminde Bağdat merkezli büyük bir tercüme hareketi başlamıştır. Bu süreçte Aristoteles ve diğer Grek bilim insanlarının eserleri Arapçaya çevrilerek İslam dünyasına kazandırılmıştır. Bağdat’taki Beytü’l-Hikme (Hikmet Evi) bünyesinde ve diğer çeviri merkezlerinde gerçekleştirilen bu tercümeler, Yunan tabiiyat birikimini Suriye, İran ve Hint bilgi unsurlarıyla harmanlayarak geniş bir kütüphane oluşturmuştur. İslâm dünyası, antik doğa bilimlerinin mirasını devralıp kendi katkılarını yapmaya hazır bir zemin elde etmiştir. Nitekim Endülüs Emevî Devleti döneminde Kurtuba’da kurulan kütüphaneler, Doğu’daki ilmî eserleri toplayarak yarım milyon ciltlik koleksiyonlar oluşturmuş ve bu sayede İslam’ın doğa bilimleri mirası Batı dünyasına kadar ulaşacak şekilde muhafaza edilmiştir.

İslâm Düşüncesinde Tabiiyyat ve Meşşâî Geleneği

İslam dünyasında tabiiyyat ilminin gelişimi, Meşşâî geleneğin (Aristotelesçi felsefe ekolünün) yükselişiyle yakından ilişkilidir. 9. yüzyılda başlayan tercüme faaliyetlerinin ardından Yâkub bin İshak el-Kindî (801-873) ilk İslam filozofu olarak Aristoteles’in doğa felsefesini özümsemiş ve İslami bir felsefe sistemi kurmaya çalışmıştır. Kindî, tabiat ilimlerini felsefe disiplininin vazgeçilmez bir parçası olarak görmüş; kaleme aldığı eserlerde kozmoloji, meteoroloji ve optik gibi tabiiyyat konularına da değinmiştir. Örneğin Kindî’nin ışık ve görme üzerine yazdığı risaleler, Öklid ve Batlamyus’un teorilerine dayansa da, onun deneysel yaklaşıma verdiği önemi göstermektedir. Nitekim Kindî, bir optik risalesinde “Anthemius’un, aynalarla gemi yakma deneyine dair rivayetleri kanıt sunmadan kabul etmesini eleştirmiş” ve antik yazarların deney eksikliğini vurgulayarak bilimsel yöntemde gözlemin gerekliliğini savunmuştur. Bu tutum, İslam filozoflarının doğa araştırmalarında salt otoriteye dayanmak yerine akıl ve tecrübeye verdikleri önemi yansıtır.

Kindî’den sonra Ebû Nasr el-Fârâbî (872-950) Aristotelesçi düşünceyi sistemleştiren ikinci büyük filozoftur. Farâbî, İlimlerin Sınıflandırılması (İḥṣâʾü’l-ʿulûm) adlı eserinde tabiat ilimlerine geniş yer ayırmış ve onları mantık ile matematik ilimlerinin ardından, metafizikten önce gelen bir kategori olarak tanımlamıştır. Farâbî’nin tasnifinde tabiiyyat, fizik ve astronomiden psikoloji ve botaniğe kadar uzanan bir yelpazedeki konuları içerir; bu da onun, doğa bilgisini felsefî bilgeliğin temel taşlarından biri saydığını gösterir. Farâbî ayrıca Boşluğun imkânsızlığı, vakum sorunu gibi konular üzerinde de durmuş; Aristoteles’in görüşlerini İslam düşüncesine adapte ederken kendi yorumlarını getirmiştir.

11. yüzyıla gelindiğinde İbn Sînâ (Avicenna) (980-1037), Meşşâî geleneğin zirvesi kabul edilen kapsamlı eserleriyle tabiiyyat ilmine en büyük katkılardan birini yapmıştır. İbn Sînâ’nın ansiklopedik eseri eş-Şifâ’nın büyük bir bölümü “et-Tabi’iyyât” başlığı altında doğa bilimlerine ayrılmıştır. O, Aristoteles’in doğa eserlerini sekiz başlık altında sistematik biçimde ele almış; Fizik (es-Semâ‘ü’ṭ-ṭabî‘î), Gökler ve Âlem (es-Semâ’ ve’l-âlem), Oluş ve Bozuluş (el-Kevn ve’l-fesâd), Etkiler ve Edilginler (el-Ef‘âl ve’l-infi‘âlât), Madenler ve Gökî Olaylar (el-Ma‘âdin ve’l-âsârü’l-‘ulviyye), Nefs (en-Nefs, psikoloji), Bitkiler (en-Nebât) ve Hayvanlar (el-Hayevân) şeklinde tam bir doğa bilimi külliyatı sunmuştur. İbn Sînâ bu eserlerinde Aristoteles’ten aldığı mirası kritik süzgecinden geçirerek kendi görüşleriyle zenginleştirmiştir. Örneğin hareket teorisinde Aristoteles’in sürtünmesiz ortamda cisimlerin hareketini açıklamadaki eksiklerini gidermek üzere meyl (impetus) kuramını geliştirmiştir. Ona göre fırlatılan bir cismin hareketine, onu hareket ettiren tarafından cismin içinde kalıcı bir kuvvet (meyl) aktarılır ve bu kuvvet zamanla tükenerek cismi durdurur – bu görüş sonradan 14. yüzyılda Jean Buridan gibi Batılı düşünürlerin atalet prensibine yaklaşan fikirlerine zemin hazırlamıştır. İbn Sînâ’nın doğa ilimlerine dair diğer özgün katkıları arasında ışığın yayılması, vakumun imkânsızlığı, maddenin sürekliliği gibi konular sayılabilir. Onun eserleri hem İslam dünyasında hem de 12. yüzyıldan itibaren Latinceye çevrilerek Batı’da yüzyıllar boyunca temel başvuru kaynağı olmuştur.



İslam dünyasında İbn Heysem (Alhazen, ö. 1040) gibi bilim insanları da felsefî tabiiyyatın belirli dallarında çığır açıcı çalışmalar yapmıştır. Özellikle optik alanında deneysel yöntemle elde ettiği bulgular, Aristoteles ve Batlamyus’tan beri süregelen yanlış görme teorilerini düzeltmiş, ışığın göze nasıl geldiğini matematiksel olarak açıklamıştır. İbn Heysem’in Kitâbü’l-Menâzır (Optik Kitabı) ışığın kırılması, yansıması, merceklerin odak özellikleri gibi konuları deneylerle ortaya koymuş ve perspektif olgusunu bilimsel temelde açıklayarak ileriki yüzyıllarda hem resim sanatını hem de optik teknolojilerini etkilemiştir. Bu gelişmeler, Meşşâî geleneğin ortaya koyduğu tabiiyyat birikiminin uygulamalı ve gözleme dayalı bilimsel araştırmaları da motive ettiğini gösterir.

Batı İslam dünyasında, özellikle Endülüs’te, İslam felsefesinin doğa anlayışı farklı bir seyir izlemiştir. Doğuda İbn Sînâ ile doruğa çıkan Meşşâî düşünce, Endülüs’te İbn Bâcce (Avempace), İbn Tufeyl ve özellikle İbn Rüşd (Averroes) ile sürdürülmüştür. İbn Rüşd (1126-1198), Aristoteles’in eserlerine yazdığı kapsamlı şerhlerle tanınır ve bu nedenle Latin skolastiklerince “Şârih (Commentator)” unvanıyla anılır. İbn Rüşd, tabiiyyat ilmini Aristoteles’in öğretilerine sadık kalarak ele almış; Fizik ve De Anima (Ruh Üzerine) başta olmak üzere birçok esere yazdığı yorumlarda İbn Sînâ’nın getirdiği bazı yenilikleri eleştirerek doğa felsefesinde Aristotelesçi saf çizgiyi savunmuştur. Örneğin İbn Sînâ’nın meyl kuramına tam katılmayıp gök cisimlerinin ebedî hareketine dair Aristoteles’in görüşlerini korumaya çalışmış; evrenin ezelîliği, ruhun mahiyeti gibi konularda felsefî tutarlılığı ön plana almıştır. Endülüs’teki bu güçlü Aristotelesçi damar, İbn Rüşd’ün eserleri vasıtasıyla Avrupa’ya aktarılarak Skolastik felsefe içinde doğal bilimlerin tartışılmasına büyük etki yapmıştır. Sonuç olarak, İslam düşüncesinde tabiiyyat ilmi Kindî, Farâbî, İbn Sînâ ve İbn Rüşd gibi öncülerin elinde zenginleşip sistemleşmiş; hem teorik çerçevesi hem de içerdiği bilgi birikimiyle Ortaçağ boyunca dünya bilim tarihinin merkezinde yer almıştır.

Tabiiyyat İlminin Ana ve Yardımcı Dalları

Klasik İslam kaynaklarında tabiiyyat ilmi, içerdiği konular bakımından ana dallar (teorik doğa bilimleri) ve alt/yardımcı dallar (uygulamalı veya tali doğa bilimleri) şeklinde sınıflandırılmıştır. Meşşâî filozofların tasnifine göre Aristoteles’in doğa üzerine yazdığı eserler sekiz başlık altında toplanmıştır ve bunlar tabiiyyatın ana dallarını oluşturur. Bu ana dallar ve kapsadıkları alanlar şöyle özetlenebilir:

Fizik (es-Semâ‘ü’ṭ-ṭabî‘î): Maddi cisimlerin genel ilkelerini, hareket ve kuvvet kavramlarını inceler. Aristoteles’in Fizik kitabına tekabül eden bu dal, doğa felsefesinin temelidir. İbn Sînâ’nın Fizik şerhi ve Bîrûnî ile yaptığı yazışmalar bu alandaki önemli çalışmalardandır. Fizik dalı altında cismin sürekliliği, boşluk, zaman ve mekân kavramları tartışılmıştır.

Gökbilim ve Kozmoloji (es-Semâ’ ve’l-âlem): Gök cisimlerinin yapısı, hareketi ve evrenin küresel düzeni üzerine çalışır. Aristoteles’in Gökyüzü Üzerine eserine dayanır. Batlamyus’un astronomi modelinin teorik temelleri de bu dalda ele alınmıştır. İbn Sînâ ve İbn Rüşd’ün es-Semâ’ ve’l-âlem şerhleri ile Fârâbî’nin kozmoloji risaleleri bu sahadaki başlıca eserlerdir. (Not: Astronomi, klasik tasnifte matematik ilimler arasında sayılsa da teorik çerçevesiyle kozmoloji tabiiyyat kapsamına girer.)

Oluş ve Bozuluş (el-Kevn ve’l-fesâd): Doğadaki elementlerin dönüşümleri, bileşiklerin oluşumu ve çürüme süreçlerini inceler. Dört unsur teorisi ve madenlerin oluşumu gibi konular burada ele alınır. Aristoteles’in De Generatione et Corruptione eserine tekabül eder. Câbir bin Hayyân gibi erken dönem simyacıların ve İhvân-ı Safâ risalelerinin bu alana dair görüşleri de dikkat çekicidir. Maddenin formları ve dönüşümü tartışmaları, ileride kimya ilminin temellerini oluşturacaktır.

Etkiler ve Edilginler (el-Ef‘âl ve’l-infi‘âlât): Doğadaki aktif ve pasif kuvvetleri, etki-tepki ilişkilerini konu alır. Bu başlık Aristoteles’in çeşitli fizik konularını bir arada ele alan kısımlarını içerir. Özellikle ısıtma-soğutma, yoğunlaşma-buharlaşma gibi fiziksel süreçler bu kapsamda incelenir. İbn Sînâ bu konuda maddenin farklı etkilere tepkilerini açıklamıştır.

Madenler ve Gök Olayları (el-Ma‘âdin ve’l-âsârü’l-‘ulviyye): Cansız varlıklar dünyasını iki alt başlıkta ele alır: yer altı/doğa altı (madenler, mineraller, jeolojik oluşumlar) ve yer üstü/doğa üstü olaylar (meteoroloji: atmosfer olayları, yağmur, rüzgâr, gökkuşağı vb). Aristoteles’in Meteorologica eserine dayanır. El-Bîrûnî’nin mineralojiye dair Kitâb al-Jamâhir fî Ma’rifeti’l-Cevâhir (Değerli Taşlar Kitabı) ile Kindî’nin meteorolojik fenomenler üzerine risaleleri (ör. gökkuşağının oluşumu, depremler) bu alanda örnek verilebilir.

Nefs İlmi (en-Nefs): Bugün “psikoloji” veya “canlılar fiziği” diyebileceğimiz, canlıların ruh ve can prensibini inceleyen dal. Aristoteles’in De Anima (Ruh Üzerine) eserine tekabül eder. İbn Sînâ’nın en-Nefs risalesi bu konuda meşhurdur. İnsan algısı, zihni yetiler, bitki ve hayvan ruhları gibi konular işlenir. İbn Sînâ’nın “Uçan Adam” deneysel düşüncesi, ruhun bedenden bağımsız varlığını anlamaya yönelik bir zihin deneyi olarak bu ilmin bir ürünüdür.

Bitkiler (en-Nebât): Botanik bilimidir. Bitkilerin yapısını, büyümesini, türlerini ve özelliklerini inceler. Bu dal Aristoteles’in kayıp bitki incelemelerine ve Teofrastos’un botanik eserlerine dayanır. İslam dünyasında Ebû Hanîfe ed-Dîneverî (ö. 895) bu alanda öncü olup altı ciltlik Kitâbü’n-Nebât (Bitkiler Kitabı) ile Arap botaniğinin kurucusu sayılmıştır. Dîneverî’nin eseri, Arap coğrafyasındaki bitki türlerini ve halk hekimliğindeki kullanımlarını derleyerek uzun süre standart bir botanik kaynağı işlevi görmüştür. Yine İbn Baytâr (1197-1248) Câmiʿu’l-müfredât adlı eserinde yüzlerce bitkinin özelliklerini ve tıbbî faydalarını kayıt altına alarak botanik ve eczacılık alanlarına katkı yapmıştır.

Hayvanlar (el-Hayevân): Zooloji bilimidir. Hayvanların anatomisini, davranışlarını, sınıflandırılmasını ve habitatlarını inceler. Aristoteles’in Hayvanların Tarihi, Hayvanların Kısımları gibi eserlerine dayanır. İslam dünyasında el-Câhiz (776-869) Kitâbü’l-Hayevân (Hayvanlar Kitabı) adlı yedi ciltlik eseriyle bu alanın klasikleri arasına girmiştir. Câhiz, hayvanların çevrelerine uyum sağlama biçimlerini, besin zincirini ve mücadelelerini canlı örneklerle anlatmış; eserinde doğal seçilim, ekoloji ve etolojiyle ilgili ilkeleri sezgisel biçimde tanımlamıştır. Nitekim modern kaynaklar, Câhiz’in eserinde ekosistem ve doğal ayıklanma kavramlarına dair gözlemler bulunmasını onun zooloji bilgisinin ileri düzeyine işaret olarak değerlendirmektedir. İbn Sînâ da eş-Şifâ’nın hayvanlar bölümünde zoolojik bilgileri derleyip sistematik hale getirmiştir.


Yukarıdaki sekiz temel dal, teorik tabiiyyat ilimlerini oluşturur ve klasik felsefe müfredatında bu sırayla öğretilerek bütüncül bir doğa anlayışı kazandırılırdı. Bunun yanı sıra, tabiiyyatın alt veya yardımcı dalları olarak adlandırılan ve bu ana ilimlere dayanan pratik bilgi alanları da mevcuttu. Klasik kaynaklar, tıp ve ilgili bilimleri bu kategoride saymıştır. Başlıca alt dallar şunlardır:

Tıp ve Sağlık Bilimleri: İbn Sînâ’nın el-Kânûn fi’t-Tıbb (Tıp Kanunu) bu alanda en meşhur eser olup, İslam ve Avrupa üniversitelerinde 18. yüzyıla dek temel ders kitabı olarak okutulmuştur. Aynı şekilde Muhammed ez-Zehrâvî (Abu’l-Kasım el-Zehrâvî, ö. 1013) et-Tasrîf adlı eserinde cerrahi teknikleri derleyerek cerrahiyi bağımsız bir disiplin haline getirmiştir. İbn Nefîs (1213-1288) ise küçük kan dolaşımını keşfederek tıbbın gelişimine katkı yapmıştır. Tıp ilmi, tabiat ilminin insan bedenine uygulanan pratik bir dalı olarak değerlendiriliyordu.

Eczacılık ve Simya (Kimya): Cerîr bin Hayyân (8. yy) simya alanında yaptığı deneylerle maddelerin özelliklerini araştırmış, bu çalışmalar zamanla İmâdüddîn el-Kâzerûnî ve İbn Hayyân gibi isimlerle erken kimya bilgisine dönüşmüştür. Simya, elementlerin dönüşümü arayışıyken, eczacılık bitki ve minerallerden ilaç elde etmeyi içeriyordu. İbn Vefîd ve İbn Baytâr gibi Müslüman alimler, farmakoloji kitaplarıyla yüzlerce doğal ilacı kayıt altına almıştır.

Veterinerlik, Ziraat ve Hayvan Bakımı: Hayvanların hastalıkları, at yetiştiriciliği, tarım teknikleri gibi konular bu alt dallardandı. Örneğin Nâsıruddîn et-Tûsî’nin hayvan bakımı risaleleri veya İbn Avvâm’ın Endülüs’te yazdığı tarım kitabı (12. yy, Kitâbü’l-Filâha) İslam dünyasında ziraat bilgisinin ileri seviyesini gösterir.

Astroloji ve Astronomi: Astroloji yıldızların insan karakteri ve kaderine etkisini inceleyen kadim bir uğraş olsa da, İslam bilim insanları bunu genellikle ayrı tutmuşlar, fakat astronomi ile paralel ele almışlardır. Mâşallah ve Ebû Ma’şer gibi erken dönem astrologların eserleri yanında, el-Battânî, İbn Zerkâliye (Az-Zerkali) gibi astronomlar da bilimsel gözlem ve matematikle yıldızların hareketlerini incelemişlerdir. Astroloji klasik tasnifte “tıbba yardımcı” veya kehanet ilmi olarak alt dal sayılırken, matematiksel astronomi daha saygın bir konumdaydı.

Rüya Tabirleri ve Firâset (Fizyonomi): İnsan bedeninin işaretlerinden karakter tahlili (firâset) veya rüyaların yorumlanması da dönemin tabiat ilimleriyle bağlantılı görülen, ancak günümüzde bilim dışı kabul edilen alt dallardı.

Sihir, Tılsım ve Firavunî Sanatlar: Bunlar da klasik eserlerde anılır ancak dinî endişelerle genellikle eleştirilmiştir. Yine de Hârizmî’nin Kitâbü’l-Muhtasar fi’l-Hey’e gibi eserlerinde astrolojik tılsımlar ve burç etkileri gibi konuların bahsi geçer.


Yukarıdaki ana ve alt dallar, tabiat ilminin ne denli geniş bir sahayı kapsadığını göstermektedir. Temsilci eserler ve âlimler açısından özetlemek gerekirse: Fizik ve kozmoloji alanında Aristoteles şerhleri (İbn Sînâ, İbn Rüşd), botanikte Dîneverî’nin Kitâbü’n-Nebât’ı, zoolojide Câhiz’in Kitâbü’l-Hayevân’ı, tıpta İbn Sînâ’nın el-Kânûn’u ve ez-Zehrâvî’nin et-Tasrîf’i, kimyada Câbir bin Hayyân’ın risaleleri, astrolojide Ebû Ma’şer’in eserleri, psikoloji/nefs ilminde İbn Sînâ’nın Risâle fî’n-Nefs’i başlıca örneklerdir. Bu eserler, kendi alt disiplinlerinde kurucu metinler olarak bilgi birikimini nesiller boyu aktarmış ve çoğu Avrupa dillerine çevrilerek Rönesans öncesi dönemde bilimsel referans işlevi görmüştür.

Endülüs Emevîleri Döneminde Tabiiyyat İlmine Katkılar

Endülüs Emevî Devleti dönemi (756-1031) ve onu takiben gelen Murâbıtlar/ Muvahhidler dönemi, İslam dünyasındaki tabiiyyat birikiminin Batı’ya taşınmasında kritik bir köprü işlevi görmüştür. 9. ve 10. yüzyıllarda Kurtuba (Córdoba) sarayı, doğa bilimleri de dâhil pek çok alanda yeni fikirlerin filizlendiği; sanatçılar, bilginler ve mucitlerin himaye gördüğü bir entelektüel merkez hâline gelmiştir. Halife II. Hakem döneminde özellikle, Doğu İslam dünyasından getirilen binlerce kitabın derlendiği devasa kütüphaneler kurulmuştur. Bu kütüphanelerde Bağdat, Cündişâpûr ve Şam menşeli astronomi, tıp, felsefe eserleri kopyalanıp saklanmış; Endülüslü ve hatta Hristiyan âlimler (Mozaraplar) buralarda beraber çalışmalar yürütmüştür. Farklı kültürlerden bir araya gelen bilimsel birikimler harmanlanarak Endülüs’te kendine özgü bir ilmî çevre doğmuştur. Bu ortam, ileride 12. yüzyıl çeviri hareketi ile Toledo’da Arapça eserlerin Latinceye kazandırılmasının zeminini hazırlamıştır.

Endülüs’te tabiiyyat ilimleri sahasında yetişen önemli şahsiyetler, teorik ve uygulamalı alanlarda yenilikçi çalışmalar yapmışlardır. Örneğin Abbâs bin Fîrnâs (810-887), 9. yüzyıl Kurtuba’sında yaşamış bir Müslüman bilgindir ve tabiiyyat merakının sembol isimlerinden biridir. İbn Fîrnâs, astronomiden mühendisliğe, kimyadan şiire birçok alanda eser vermiş, bir anlamda Endülüslü bir “mûcit” kimliği kazanmıştır. Gök cisimlerinin hareketini gösterebilen bir planetaryum düzeneği icat etmiş, İberya’da ilk defa renksiz cam imalatını gerçekleştirerek mercekler ve okuma taşları üretmiştir. En meşhur girişimi, kuşların uçuşunu taklit ederek kendi geliştirdiği kanatlarla uçma denemesi yapmasıdır – rivayetlere göre kısa süreli planör uçuşunu başarmış, ancak inişte yaralanmıştır. İbn Fîrnâs’ın bu çalışmaları, Endülüs’teki deneysel tabiiyyat merakını yansıtırken, aynı zamanda sonraki buluşlara ilham kaynağı olmuştur.

Endülüs’ün tıp alanındaki katkısı da kayda değerdir. 10. yüzyılda Kurtuba’da saray hekimi olan Ebu’l-Kâsım ez-Zehrâvî (Abulcasis), 50 yıllık meslekî tecrübelerini derlediği et-Tasrîf adlı ansiklopedik eserinde cerrahi aletleri ve ameliyat tekniklerini ayrıntılı çizimlerle tanıtmıştır. Bu eser, Avrupa’da Latinceye çevrilerek asırlarca cerrahinin temel kılavuzu olmuştur. Yine Kurtuba’da yetişen İbn Juljul ve İbn Zühr (Avenzoar) gibi hekimler, farmakoloji ve klinik tıp alanlarında yenilikçi gözlemler yapmış, deneysel tedavi yöntemlerini kaydetmişlerdir.

Astronomi ve matematik sahasında Endülüs, Doğu ile yarışacak seviyede başarılar sergilemiştir. 11. yüzyılda Toledo merkezli çalışan ez-Zerkâlî (Arzachel), usturlab (astronomik gözlem aracı) yapımını geliştirmiş ve “Zecr üzerinde İspanya Zîci” olarak bilinen hassas astronomi tablolarını hazırlamıştır. Bu tablolar, Güneş ve gezegen hareketlerini gösteren Toledo Çizelgelerinin temelini oluşturmuş ve Copernicus’a değin Batılı astronomlara hizmet etmiştir. Benzer şekilde, Messah (Messahala) ve el-Mecritî gibi Endülüslü alimler de hem astroloji hem astronomide önemli eserler bırakmışlardır. Örneğin el-Mecritî’ye atfedilen Gâye el-Hakîm adlı eser, astrolojik simya konusunda etki yaratmış; onun astronomi çalışmalarının ise Toledo’daki çeviri faaliyetlerini etkilemiş olduğu düşünülür.

Endülüs filozofları da tabiiyyat ilminin teorik yönünü ilerletmişlerdir. İbn Bâcce (Avempace), Aristoteles fiziğini yorumlamış ve “Tedbîrü’l-Mütevahhid” adlı eserinde insanın bireysel akıl yürütmesiyle doğayı anlama sürecine değinmiştir. İbn Tufeyl, ünlü felsefî romanı Hayy bin Yakzan’da ıssız adada büyüyen bir insanın sırf gözlem ve akıl yoluyla doğa bilimlerine ulaşabileceğini kurgulayarak aslında tabiiyyat bilgisinin insan zihnindeki yerini edebî biçimde işlemiştir. Tüm bu düşünsel çabalar, Endülüs’te tabiat felsefesinin canlı bir şekilde tartışıldığını ve Doğu’daki felsefî mirasın yaratıcı şekilde sürdürüldüğünü göstermektedir.

Endülüs Emevîleri ve haleflerinin belki de en büyük katkısı, İslam’ın tabiiyyat ilmi geleneğini Batı Avrupa’ya aktarmak olmuştur. 1085’te Toledo’nun Hristiyanlar tarafından fethinden sonra, burada kurulan Çevirmenler Okulu aracılığıyla İbn Sînâ, İbn Rüşd, Zehrâvî, Câhiz gibi İslam âlimlerinin eserleri Latinceye çevrilmiştir. Özellikle İbn Rüşd’ün Aristoteles şerhleri ile İbn Sînâ’nın tıbbî ve felsefî ansiklopedileri, 12. ve 13. yüzyıllarda Avrupa üniversitelerinde temel kaynaklar haline gelmiştir. Endülüs olmasaydı, antik Yunan’ın ve İslam’ın doğa bilimi birikimi bu kadar erken ve bütünlüklü biçimde Avrupa’ya ulaşamayacaktı. Nitekim modern tarihçiler Endülüs’ü, Doğu İslam dünyası ile Batı Hristiyan âlemi arasında bir “medeniyet köprüsü” olarak tanımlamakta ve Rönesans’ın düşünsel tohumlarının Endülüs aracılığıyla ekildiğini vurgulamaktadır.

Özetle, Endülüs Emevîleri döneminde tabiiyyat ilmi hem uygulamalı buluşlarla zenginleşmiş (İbn Fîrnâs, Zehrâvî gibi şahsiyetler sayesinde) hem de büyük kütüphaneler ve kültürel etkileşim yoluyla Doğu’daki birikimin muhafaza edilip geliştirilmesini sağlamıştır. Bu ortam, sonraki yüzyıllarda modern bilimlerin filizlenmesine zemin hazırlayan aktarım halkası görevini görmüştür.

Modern Doğa Bilimlerine Geçiş ve Tabiiyyat Geleneğinin Etkisi

Ortaçağ sonlarına gelindiğinde, İslam dünyasında ve Batı’da hakim olan tabiiyyat (natural philosophy) anlayışı, yavaş yavaş yerini deneye dayalı ve matematiksel bir bilim anlayışına bırakmaya başlamıştır. Bu geçiş sürecinde, klasik tabiiyyat ilminin ortaya koyduğu birikim hem bir temel hem de bir “karşıt referans noktası” işlevi görmüştür.

Batı Avrupa’da 13. yüzyıl skolastikleri (özellikle Thomas Aquinas gibi isimler), İbn Rüşd ve İbn Sînâ’nın eserleri vasıtasıyla Aristoteles’in doğa felsefesini üniversite müfredatına aldılar. Tabiiyyat ilmi (natural philosophy), üniversitelerin artistik fakültelerinde standart bir ders haline geldi. Bu sayede hareket, elementler, gök cisimleri gibi konular akademik düzeyde tartışılır oldu. Ancak 14. yüzyıla gelindiğinde, bazı Batılı düşünürler Aristotelesçi fiziğin yetersiz kaldığı noktaları fark ederek yeni fikirler geliştirdiler. Bunlar arasında Oxford Kalkülasyon Okulu ve Paris’teki Buridan çevresi sayılabilir. Özellikle Jean Buridan, İbn Sînâ’nın meyl kuramına benzer şekilde, cisimlere harekete geçirici bir güç verildiğini savunan impetus teorisini Latince dünyada sistemleştirdi. Buridan, atılan bir cismin hareketinin, hava tarafından değil cismin içindeki “impetus” (meyl) tarafından sürdürüldüğünü ileri sürerek Aristoteles’in “hareket için sürekli etki gerekir” fikrine meydan okudu. Bu fikirler, atalet prensibi ve modern mekanik anlayışının habercisiydi. Nitekim Galileo Galilei 17. yüzyılda hareket yasalarını formüle ederken bu ortaçağ impetus kavramını aşamalı olarak geliştirmiş ve sonuçta dış kuvvet olmadan da cismin sabit hızla hareketini sürdüreceğini ortaya koymuştur.

Benzer şekilde, optik alanında İbn Heysem’in deneysel bulguları, Roger Bacon ve Johannes Kepler gibi Avrupalı bilim insanlarını derinden etkiledi. İbn Heysem’in ışığın kırılması ve merceklerle görüntü oluşumu üzerine yaptığı deneyler, Kepler’in teleskopik optik keşiflerine zemin hazırladı. Avrupalılar, İslam dünyasından aldıkları Kitâb el-Menâzır çevirisini Perspectiva adıyla inceleyerek gözlüğün, büyütecin ve teleskopun prensiplerini geliştirdiler. Yine İslam tıbbının dev eseri İbn Sînâ’nın Kânûn’u, Salerno ve Padova gibi tıp okullarında asırlarca öğretilerek modern tıbbın temellerini attı; anatomi ve fizyolojide Galen’e dayalı anlayışın yanında İbn Sînâ’nın klinik ve farmakolojik gözlemleri de yer aldı. Bu sayede Rönesans dönemi hekimleri, hem antik hem İslam kaynaklarını harmanlayarak ilerlediler.

Coğrafya ve mineraloji alanında da İslam tabiiyyatının etkisi görülebilir. El-Bîrûnî ve İdrîsî gibi Müslüman bilginlerin Dünya’nın boyutu, yerkürenin şekli, harita yapımı konularındaki eserleri, 15. yüzyılda Avrupalı kaşiflerin ve coğrafyacıların işine yaradı. Örneğin II. Roger’ın sarayında çalışan coğrafyacı İdrîsî’nin 1154’te tamamladığı dünya haritası ve kitabı, coğrafi keşifler öncesi Avrupa’da bilinen en ileri dünya tasviriydi.

Elbette modern doğa bilimlerinin doğuşu, ortaçağ tabiiyyat geleneğinin eleştirel bir dönüşümü ile gerçekleşti. 17. yüzyılda Bilim Devrimi olarak bilinen süreçte Galileo, Kepler, Descartes, Newton gibi öncüler, Aristotelesçi dogmaları terk ederek matematiksel yasalar ve deneysel doğrulama ile çalışan yeni bir bilim anlayışı kurdular. Ancak bu yeni anlayış bile terminoloji ve kavramlar açısından eski tabiiyyat diline çok şey borçluydu. Nitekim Isaac Newton, 1687’de yayımladığı başyapıtına Philosophiae Naturalis Principia Mathematica (Doğa Felsefesinin Matematiksel İlkeleri) adını vermiştir. Bu, Newton’un kendi döneminde bile fiziğin hala “doğa felsefesi”nin bir parçası olarak görüldüğünü gösterir. Gerçekten de 19. yüzyıla kadar “natural philosophy” terimi, fen bilimleri için yaygın biçimde kullanılmış; fizik, kimya, biyoloji, astronomi gibi disiplinler, felsefenin alt dalları kabul edilmiştir. Ancak 19. yüzyıldan itibaren bilim (science) kavramı modern anlamını kazanıp kurumsallaşmaya başlayınca, tabiiyyat geleneğinin geniş şemsiyesi altında toplanan konular birer bağımsız uzmanlık alanına dönüşmüştür. Örneğin astronomi, biyoloji, fizik gibi terimler modern dönemde belirginleşmiş; üniversitelerde felsefe kürsüleri yerini fen fakültelerine bırakmıştır.

Bu dönüşüm bir kopuş değil, süreklilik içeriyordu. Naturphilosophie gibi akımlar 18.-19. yüzyılda Almanya’da doğa bilimlerini felsefî bir bütünlükte anlama çabasını sürdürdü. Fakat pozitivizm ve deneysel yöntemin başarısı, doğa bilgisini metafizikten ayırdı ve tabiiyyat ilminin torunları diyebileceğimiz modern disiplinler ortaya çıktı. Bugün fizik, kimya, biyoloji, jeoloji, astronomi gibi alanlar, kadim tabiiyyat ilminin evrilmesiyle doğmuştur. Modern bilim tarihi yazımı, İslam tabiiyyat geleneğinin özellikle Rönesans öncesi Avrupa düşüncesine köprü olduğu konusunda hemfikirdir. Böylece, tabiat ilminin yüzyıllar içinde olgunlaştırdığı bilgi ve kavramlar, deneysel bilim yöntemleriyle birleşerek modern doğa bilimlerine geçişi mümkün kılmıştır.

Günümüzde Tabiiyyat Geleneğinin Karşılığı ve Modern Bilimlerle İlişkisi

Günümüzde tarihsel tabiiyyat ilmi kavramı, yerini modern doğa bilimleri kavramına bırakmıştır. Artık bilim insanları kendilerini “tabiat alimi” değil, daha özel alanların uzmanları (fizikçi, biyolog, vb.) olarak tanımlarlar. Bununla birlikte, kadim tabiiyyat ilminin kapsamı günümüz disiplinlerine dağılarak yaşamaya devam etmektedir. Örneğin:

Fizik ve Kimya: Klasik tabiiyyatın “fizik” ve kısmen “oluş-bozuluş” konuları, günümüzde teorik ve uygulamalı fizik ile kimya bilimlerine karşılık gelir. Maddenin yapısı, hareket yasaları, enerji dönüşümleri gibi meseleler artık bu alanların inceleme sahasıdır. Eski “sihirli” simya, yerini kimya bilimine bırakmış; elementlerin dönüşümü, atom-altı parçacıklar düzeyinde anlaşılmıştır. “İlk hareket ettirici” gibi Aristotelesçi kavramlar ise modern kozmolojide Büyük Patlama teorisi gibi yaklaşımlarla farklı bir çerçevede ele alınmaktadır.

Biyoloji (Botanik ve Zooloji): Tabiiyyat ilminin en-Nebât ve el-Hayevân başlıkları, bugün botanik, zooloji, genetik, ekoloji gibi dallara evrilmiştir. Al-Jahiz’in gözlemleriyle temelleri atılan doğal seçilim fikri, 19. yüzyılda Charles Darwin tarafından bilimsel bir teori haline getirilerek evrim biyolojisinin temeli olmuştur. Klasik dönemde bir arada ele alınan botanik ve tıp gibi konular, şimdi biyoloji ve tıp bilimleri olarak ayrı departmanlarda çalışılmaktadır.

Jeoloji ve Meteoroloji: İbn Sînâ’nın “madenler ve gökî olaylar” kitabında işlediği konular, günümüzde yer bilimleri (jeoloji, mineraloji) ve atmosfer bilimleri (meteoroloji, iklimbilim) olarak sürdürülmektedir. Modern jeologlar kayaç döngülerini, tektonik hareketleri incelerken; meteorologlar rüzgâr, yağış gibi hadiseleri iklim modelleriyle açıklamaktadır. Bu alanlar kadim tabiiyyatın ilgi alanlarının daha derin ve dar uzmanlaşmış devamlarıdır.

Psikoloji ve Nörobilim: Klasik nefs ilmi, uzun süre felsefe ve teoloji ile iç içe ele alınmış bir tabiiyyat dalıydı. Bugün ise psikoloji, nöroloji ve kognitif bilimler olarak daha ampirik ve bağımsız bir çizgide ilerliyor. Ruhun mahiyeti gibi metafizik sorular yerini zihin süreçlerinin deneysel araştırmasına bırakmıştır. Ancak bilinç, zihin-beden sorunu gibi konularda modern bilim hâlâ felsefî tartışmalara açıktır ve bu açıdan eski nefs ilminin mirası tamamen kopmuş değildir.

Astronomi ve Kozmoloji: Ortaçağda matematiksel bilim sayılan astronomi, günümüzde hem matematiksel hem de gözlemsel bir doğa bilimi dalıdır. Kozmolojiyle birleşerek evrenin başlangıcı, galaksi oluşumları gibi sorulara yanıt arar. Astrofizik, Aristotelesçi kozmos anlayışını kökten değiştirmiş; Dünya merkezli finitenin yerine genişleyen bir uzay-zaman kavrayışı getirmiştir. Ancak modern astronomlar da hala gökcisimlerinin doğasını anlamaya çalışırken, bir bakıma Aristo’nun “Gökyüzü Üzerine” sorularının peşinde, ama çok daha gelişmiş araçlarla yol almaktadırlar.

Felsefe ve Metafizik: Dikkat çekicidir ki, tabiiyyat geleneğinin yok oluşu aynı zamanda felsefede bir ayrışmaya yol açmıştır. 18.-19. yüzyıla kadar felsefe kelimesi tüm bilimleri içerirken, günümüzde felsefe ayrı bir alan haline gelmiştir. Yine de güncel felsefe, bilim felsefesi ve metafizik alt dallarıyla, modern bilimlerin kavramsal temelini ve sonuçlarını sorgulamaya devam eder. Böylece Aristoteles’in “ilk felsefe” dediği metafizik, bilimin ortaya koyduğu doğa tasavvurunu anlamlandırma çabasını sürdürür.


Kısacası, tarihî tabiiyyat ilminin içeriği bugünün doğa bilimleri (Fen bilimleri) bünyesinde parçalanmış olarak yaşamaktadır. Modern terminolojide “tabiat bilimleri” veya “doğa bilimleri” terimi, fizik, kimya, biyoloji, yer bilimleri ve astronomi gibi alanların tümünü kapsayan şemsiye bir kavramdır. Osmanlı’nın son döneminde bu anlamda “ulûm-ı tabîiyye” (tabiat bilimleri) tabiri kullanılmış, Cumhuriyet döneminde ise “tabiat” kelimesi yerine “doğa” kelimesi geçmiştir. Günümüzde eğitim müfredatında fen bilimleri dersleri, klasik tabiiyyatın temel konularını (madde, enerji, canlılar, dünya ve uzay) modern bilgiyle harmanlayarak genç nesillere aktarmaktadır.

Tabiiyyat ilminin bugün birebir bir karşılığı olmamakla birlikte, onun bıraktığı miras bilimsel yöntemin evrimi ve disiplinler arası bakış açısı şeklinde değerlidir. Modern bilim insanları, geçmişin devlerini (Aristoteles, İbn Sînâ, Newton gibi) anarak, onların sorularını farklı araçlarla cevaplamaya devam etmektedir. Bilimler arasındaki işbirliği çabaları (örneğin astrobiyoloji, biyokimya, jeofizik gibi alanlar) bir bakıma yine tabiiyyat geleneğinin “doğayı bir bütün olarak anlama” idealine yakındır. Dolayısıyla, isimler ve yöntemler değişse de “tabiat ilmini anlama arzusu” insanlığın bilgi serüveninde varlığını sürdürmektedir.

Tabiiyyat Geleneğinin Eğitime Yansıtılması ve Atölye Uygulamaları

Tarihsel tabiiyyat geleneği, doğaya bütüncül ve merakla yaklaşan bir öğrenme kültürü temsil eder. Bu geleneği günümüzde eğitim ortamlarında canlandırmak, öğrencilere hem tarihsel bir perspektif kazandıracak hem de disiplinler arası bir öğrenme deneyimi sunacaktır. Özellikle çocuklar ve yetişkinler için interaktif, keşif temelli, sanatla iç içe atölye çalışmaları, kadim tabiiyyat anlayışını deneyimlemeyi mümkün kılabilir. Aşağıda bu tür pedagojik uygulamalara dair somut öneriler yer almaktadır:

Tarihsel Deneylerin Canlandırılması: Öğrenciler, İbn Heysem’in kamera obskurasını veya Galileo’nun eğik düzlem deneyini atölye ortamında yeniden kurup deneyebilirler. Örneğin karanlık bir kutu ve mercek kullanarak basit bir kamera yapıp ışığın doğrusal yayılımını gözlemlemek, hem bilimsel bir kavramı hem de bir tarihî keşfi anlamalarını sağlar. Bu tür “kendin yap” etkinlikleri öğrencilerin yaratıcılığını tetikler ve bilgiyi pasif almak yerine üreterek öğrenmelerini teşvik eder. İslam medeniyetinden bir deney örneği olarak, İbn Sînâ’nın hava basıncı deneyi (iki yaprak arasında hava çekilince yapışması) veya Birûnî’nin suyun kaynama noktası deneyi canlandırılabilir.

Doğa Gözlemi ve Sanat Günlükleri: Tabiiyyat geleneğinde gözlem esastır. Çocuklarla yapılacak doğa yürüyüşlerinde bitki ve hayvan gözlemleri toplanıp, atölye ortamında doğa günlükleri oluşturulabilir. Her çocuk gördüğü bir bitkiyi çizip özelliklerini yazarken, Ortaçağ botanikçilerinin (örn. Dîneverî’nin) yaptığı işe benzer bir tecrübe edinir. Bu etkinlik sanatı ve bilimi bir araya getirir; hem çizim becerilerini geliştirir hem de bilimsel gözlem yapmayı öğretir. Leonardo da Vinci’nin veya İslam minyatürlerindeki hayvan tasvirlerinin incelenmesi, sanat ve bilimin tarihsel buluşmasını göstermede ilham verici olabilir. Böylelikle “STEAM” (bilim, teknoloji, mühendislik, sanat, matematik) yaklaşımının bir örneği olarak sanatla bilim iç içe geçirilmiş olur.

Maker (Yapım) Atölyeleri: Çocuklar ve yetişkinler için kurulacak maker atölyelerinde, basit bilimsel araç-gereç yapımı hem el becerilerini hem bilimsel kavrayışı geliştirir. Örneğin bir usturlab (astronomi gözlem aleti) maketi yapmak, gök cisimlerinin konumlarını öğrenmeyi eğlenceli hale getirir. Ortaçağ İslam astronomlarının kullandığı usturlab veya su saati gibi araçların replikalarını üretmek, katılımcılara tarihsel bir icadı yeniden keşfetme duygusu verecektir. Bu süreçte deneme-yanılma yoluyla öğrenme, Montessori’nin vurguladığı “deneyerek, kurcalayarak çözüm üretme” becerisini kazandırır. Maker yaklaşımıyla öğrenciler tüketen değil üreten kişiler olmaya davet edilir ve daha küçük yaşlardan itibaren “yapabilirim” özgüveni kazanırlar.

Drama ve Hikâye Temelli Atölyeler: Tabiiyyat tarihini öğretmenin bir yolu da dramatizasyon ve öyküleştirmedir. Örneğin “Bir İbn Heysem Gecesi” etkinliğinde, çocuklar bir karanlık oda deneyine girerek Bağdat’ta bir bilim insanının yanında çıraklık yaptıklarını hayal edebilirler. Yetişkin eğitiminde ise İbn Tufeyl’in Hayy bin Yakzan’ı okunup tartışılabilir; ardından katılımcılar adada yaşayan bir kişinin hangi doğa gözlemleriyle ne tür bilimsel bilgilere ulaşabileceğini tartışarak bir yaratıcı drama ortaya koyabilirler. Bu sayede katılımcılar bilim tarihinin bir parçasını canlandırırken empati kurmayı ve bilgiyi içselleştirmeyi başarırlar.

Müze ve Sergi Destekli Atölyeler: Doğa tarihi müzeleri ve bilim müzeleri, tabiiyyat geleneğini somut objeler üzerinden deneyimleme imkânı sunar. Bir doğa tarihi müzesinde düzenlenecek atölyede, örneğin fosiller incelenerek Aristoteles’in hayvan sınıflandırması ile modern sınıflandırma karşılaştırılabilir. Yine müzelerdeki astronomi aletleri veya kimyasal araçlar (alembikler, teraziler) üzerinden Ortaçağ laboratuvarlarının canlandırılması yapılabilir. Bu ortamlar, deneyerek öğrenme ve keşfetme hissini güçlendirir; müzelerin eğitimdeki rolü bu tür atölyelerle daha da etkin hale gelir.

Sanat ve Bilim Sergileri: Çocukların ve yetişkinlerin atölyelerde ürettiği çalışmalar, bir sergi ile taçlandırılabilir. Örneğin bir okulda yıl boyu yapılan fen-sanat entegre çalışmalarını içeren “Tabiiyyat Sergisi” düzenlenebilir. Burada öğrencilerin çizimleri, el yapımı cihazları, doğa günlükleri sergilenir. Böyle bir etkinlik, topluma da açık hale getirilip ailelerin katılımı sağlanarak toplumsal bir öğrenme deneyimine dönüşebilir. Katılımcılar, sergiyi gezerken hem çocukların eserlerini takdir eder hem de her eserin yanındaki açıklamadan ilgili bilimsel kavramı öğrenirler.

Kendi Bahçeni Kur Atölyesi: Özellikle şehir ortamındaki çocuklar için doğayla temas kısıtlı olabildiğinden, okullarda veya atölye merkezlerinde küçük botanik bahçeleri kurulabilir. Tarihsel botanik bahçelerinden esinlenerek şifalı bitkiler köşesi, sebze yetiştirme alanı, kelebek bahçesi gibi kısımlar oluşturulabilir. Çocuklar burayı düzenli gözlemleyip sulama, ölçüm yapma, çizimle büyüme sürecini kaydetme gibi görevler alırlar. Bu hem sorumluluk duygusu kazandırır hem de doğanın döngüselliğini deneyimletir. İslam medeniyetinde Endülüs’teki botanik bahçeleri veya Osmanlı şifahanelerinin bahçeleri örnek gösterilerek tarihî süreklilik vurgulanabilir.

STEAM ve STREAM Programları: Modern eğitimde fen, teknoloji, mühendislik, sanat ve matematiği bütünleştiren STEAM yaklaşımı, tabiiyyat geleneğinin ruhuna uygundur. Hatta buna okuma-yazma (Reading) eklenerek STREAM formatında uygulandığında, çocuk edebiyatı üzerinden bilimsel kavramlar dahi öğretilebilir. Örneğin Bir Bilim Adamının Serüveni gibi hikâye kitapları okunup, içindeki fen olayı atölyede canlandırılabilir. Bu sayede disiplinler arası öğrenme, eğlenceli ve kalıcı hale gelir. Yaratıcı projeler çocukların problem çözme, yaratıcılık ve eleştirel düşünme becerilerini geliştirir.


Yukarıdaki atölye önerilerinde temel ilke, öğrenenin aktif katılımı ve deneyimleyerek öğrenmesidir. Montessori felsefesinde de vurgulandığı gibi, öğrenciler merak ettikleri konuyu kendi çabalarıyla keşfettiklerinde, ortaya çıkan öğrenme daha derin ve kalıcı olur. “Bana söyle ve unuturum, göster ve hatırlarım, beni dahil et ve öğrenirim.” prensibi gereğince, bu atölyeler öğrencilere sadece bilgi vermeyi değil, bilimi yaparak yaşatmayı hedeflemektedir.

Sonuç olarak, tabiiyyat ilminin zengin mirası günümüz eğitiminde yaratıcı yöntemlerle yeniden canlandırılabilir. Bu sayede öğrenciler hem bilim tarihini ve kültürel miraslarını tanıyacak, hem de fen bilimlerini sanatsal ve keşifçi bir yaklaşımla öğreneceklerdir. Böyle bir pedagojik yaklaşım, öğrenmeyi soyut bir okul etkinliği olmaktan çıkarıp hayatın içine yayılan bir serüven haline getirecektir. Bu serüvende çocuklar da yetişkinler de bir zamanlar Farâbî’nin, İbn Sînâ’nın, Galileo’nun yaşadığı keşif heyecanını duyumsayarak, bilginin tarihsel bağlamdan kopmadan geleceğe taşındığını görebilirler. Bu da bizi, geçmişin birikimini yaratıcı biçimde kullanarak yenilikçi bir eğitim modeli kurma hedefine bir adım daha yaklaştıracaktır.


Bu metin, yalnızca bir tarih anlatısı değil; bir çağrıdır.
Doğayla yeniden bağ kurmaya, gözlemle düşünmeye, öğrenmeyi hayranlıkla yoğurmaya çağrıdır.
Tabiiyyat Akademi, bu kadim mirasın modern bir yorumu değil; onun günümüzde yeniden filizlenmesidir.

Bugün bir çocuğun merakıyla başlayan her atölye,
belki de bir zamanlar El-Bîrûnî’nin baktığı gökyüzüne yeni bir gözle bakmaktır.

  • Instagram
  • Facebook
  • Twitter
  • YouTube
bottom of page